POV: Maxim
Marin'i uzun zamandır rahatsız eden bir şey vardı. Bunu görebiliyordum ama ona ne olduğunu sorduğumda beni geçiştiriyordu.
Sabah yatağında tepiniyordu, öğlen yemeğini yemiyordu ve gözleri sürekli bir şeyi arar gibiydi. Uzun süre telefonda biriyle mesajlaştıktan sonra bahar dansını izlemek istediğini söyledi ve buraya geldik. Ama beni burada bırakıp kalabalığa karıştı.
Peşinden gitmek istedim, ama bir yandan bunu yapmalı mıyım, karar veremedim.
Onu rahatsız eder miydim? Belli ki bir problemi vardı ve onu rahat bırakmam daha doğruydu. Öte yandan... ya kendi başına baş edemeyeceği bir şeyse?
Tüm bunları düşünürken yanıma Sarah geldi. Buzlu americanoyu bana uzattı, kendi de şekerli tuhaf kahvesini içti.
"Marin gelmedi mi hâlâ?"
"I-ıh."
Gözlerim Marin'i ararken bir yandan da kahvemi yudumladım.
"Sabahtan beri bir sıkıntısı var gibiydi."
dedi Sarah.
Başımı eğdim. Hâlâ düşüncelerle boğuşuyordum. Kardeşlerimi aslında tahmin ettiklerinden daha çok umursuyordum, ancak kendi meselelerim yüzünden onları kendimden uzak tutmuştum. Bunun bir sonuç vermeyeceğini anladığımda ise yakınlaşmak için birkaç çaba gösterdim, ama hâlâ tam olarak nasıl yaklaşmam gerektiğini bilmiyorum.
Korktum. Onları kendi pisliğime bulaştırmaktan korktum.
Çünkü tehdit ediliyordum. Hayatımla...
Ama ölmek de istemiyordum. Annemi öldüren o kristali bulup yok etmeden bu dünyadan gidemezdim.
Normalde asla bulaşmayacağım işlere bulaşmıştım.
Savaş zamanıydı, Marin ve Martin okulun kurduğu kamplarda kalıyorlardı. Bu onlar için en güvenlisiydi. Ben de yeni mezun olmuştum, babamla savaş yerine tıbbi malzeme taşımakta yardımcı oluyordum.
Babam doktor olduğundan yaralılara tıbbi müdahale yapardı, bense eczacı olsam da ek olarak şifacılık dersleri aldığım için ona zaman zaman bu konuda da yardım edebiliyordum.
Bir gün yine bu şekilde babama yardım ediyordum. Yaralı bir asker vardı, onun kolundaki kanamayı durdurmak için bir bezle üstüne bastırıyordum.
Birdenbire o asker tam işime konsantre olmuşken benim koluma elektrikli, iğne tarzı bir şey batırdı.
Ondan sonrasını hatırlamıyordum, sadece her şey bulanıklaştı ve en sonunda karardı.
Gözlerimi açtığımda depo tarzı bir yerdeydim. Biraz etrafıma baktım, benimle birlikte başkaları da vardı. Kimisi hala baygınken kimisi uyanıktı, bir kısım da benim gibi yeni kendine geliyordu. Üstelik oldukça da gürültü vardı.
"Bizi kaçırmışlar! Kaçırılma esnasında tekrar kaçırılmışız!"
"Ne?"
Yanımdaki adamın ne dediğini anlamaya çalışıyordum.
"Lichterya askerleri Belmare askeri kılığına girip hepimizi uyutucu iğneyle uyutmuş. Sonra bir kamyona yüklemişler. Kamyondan bizi bir çete kurtarmış. Şimdi onun sığınağındayız."
"Bunu ne için yapmışlar?"
"Bilmiyoruz. Detay vermediler henüz. Burada 12 kişiyiz." dedi başka biri.
"Bileğimizde garip bir bilezik var. Ne bu? Çıkmıyor ya da kırılmıyor."
"Güçlerimi de kullanamıyorum. Sanki bu bilezik enerjimizi emiyor gibi."
Bileğime baktım. Gerçekten de yoğun bir enerji yayan ve çeken bir bilezikle bağlanmıştık.
"Bizi kurtardılarsa neden bu garip depoya topladılar? Daha çok birazdan kurban edileceğiz gibi."
"Sadece yaşamak istiyorum. Bıktım artık."
Bu cümleyi söyleyen adamdan sonra uzun bir sessizlik oldu.
"Yaşayacağız. İki tarafın da gücü kalmadı artık. Yakında biter bu cehennem." dedi yanındaki.
Bir süre sonra kapının garip mekanizması açıldı ve önde uzun, orta yaşlı bir adam ve arkasında birkaç adamla kadın içeri girdi.
Kapıdan girer girmez onu tanıdım. Bu, bizim okulun eski rektörüydü. İşten ayrılalı birkaç ay olmuştu ama onun kurduğu düzen okulda hala devam ediyordu.
Şaşkınlık içindeydim, ne tepki vereceğimi bilmiyordum. Karıştırıyor olabilir miydim? Ama mümkün değildi. Okulda konuşma yaparken kendisini dinlemiştim, bu buz mavisi gözler başka kimsede yoktu.
Kesinlikle oydu, o Alark Bell'di.
Şimdi bir çetenin başına mı geçmişti? Nasıl olurdu?
Hepsi içeri girince kapıyı yeniden kitlediler ve rektör yere oturdu, diğerleri de onun arkasında ayakta durdular.
Depo ölüm sessizliğine bürünmüştü. Çoğu kişinin korktuğu çok açıktı. Bense ne hissedeceğimi bilmiyordum, bütün bunları rüya sanıyordum. Çünkü çok sık kaçırıldığıma dair kabuslar görürdüm.
"Hepinize geçmiş olsun. Lichteryalıların deney merkezine denek olarak götürülüyordunuz ki bulunduğunuz kamyonu yakaladık. Korkmayın, size zarar vermeyeceğiz."
Rektör susar susmaz insanlar birbirlerine bakıp fısıldaşmaya başladılar. Belli ki oldukça korkmuşlar ama aynı zamanda rahatlamışlardı.
Rektör konuşmaya devam etti.
"…eğer bana itaat ederseniz."
Birden ellerinden mavi ve siyah karışımı dumanlar çıkmaya başladı, dumanlar aramızda gezindi ve her birimizin bir yerini yaktı: benim de boynumu. Sanki rektör bizi damgalamıştı.
Duman kaybolduktan sonra korku tekrardan ortamı sardı. İnsanların kafası karışmış, bir kısım kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı.
"Sessiz olun! Patronu duymadınız mı? Aptallık etmediğiniz sürece size bir şey yapmayacak." diye bağırdı rektörün arkasındaki kadınlardan biri.
"Ben patron değilim." dedi rektör alakasız bir şekilde.
"Ee, şey, ama nasıl hitap edelim size?" dedi aynı kadın.
"Alark."
"P-peki Alark."
Tekrardan bize döndü.
"Patro- yani Alark açıklama yapıyor. Nasıl bir felaketten kurtulduğunuzu bilseniz şükrederdiniz. Türlü işkenceye maruz kalacaktınız ve ömrünüzün sonuna kadar Lichterya'nın deney kölesi olarak kalacaktınız, tabii ömrünüz orada trajik bir şekilde son bulmazsa. O yüzden kesin zırlamayı da dinleyin."
Rektör derin bir iç çekti: "Bu kadar sert olmana da gerek yok. Sadece itaat etsinler, yeter. Zaten başka çareleri yok."
"Bize ne yaptın!?" diye bağırdı içimizden biri. "O duman da neydi öyle? Bileğimizde neden bu garip bilezikler var?"
"Doğru söylüyor. Madem itaat bekliyorsunuz, sebebini açıklayın." dedi bağıran kişiden cesaret alan başka biri.
Rektörün adamlarından biri bağırdı: "Çenenizi kaparsanız Alark size söyleyecek. Siktiklerime bak, bunları kurtarmak zorunda mıydık gerçekten? Bu dünyada karşılıksız iyilik yapılmadığını biz mi öğreteceğiz size?"
Sessizlik oldu, ardından rektör devam etti.
"Şu lanet savaşı çıkaran sikik kristali bulmama yardım edeceksiniz. Hepinizin güçlerine ihtiyacım var. Eğer işe yarar bir gücünüz yoksa başka bir alanda hizmet edeceksiniz. İletişimi sağlamak, verileri toplamak ve beni haberdar etmek gibi. Bileğinizdeki cihazlar sizin kişisel bilgilerinizi gösteriyor. Hepsini kontrol edeceğiz. Ayrıca sizi kendime bağladım, böylece benden kaçamaz veya ihanet edemezsiniz. Ederseniz canınızdan olursunuz. Bu gerekli bir önlem. Hiçbirinizi tanımıyorum, hanginizin ne çeşit orospu çocuğu çıkacağını kim bilebilir?"
Üniversitede öğrencilerin karşısında oldukça dikkatli konuşan rektörü bu şekilde tehditler ve küfürler savurarak görmek alışılmadık bir şeydi. Bana rektörün taban tabana zıttı bir ikizi olduğunu söyleseler inanırdım.
"Acımasız olduğumu düşünüyorsanız fazla bile merhametliyim. Savaşta merhamet dilemek siyah bir kalemle gökkuşağı çizmek gibidir. Yani imkansızdır. Boştur. Ona göre davranın."
Rektör yanındakine bir işaret verdi ve işaret verdiği kişi elinde bulunan tableti açtı.
"Luca Jones hanginiz? İyileştirme gücün varmış."
Luca çekinerek el kaldırdı.
"Görev sonrası yaralanmalarda işimize yarayabilir." dedi çeteden bir başkası.
"Tamam, yaz onu. Görev sonralarında yaralanmalarla ilgilenecek."
"Akane Suzuki. Kişinin zayıflıklarından illüzyon yaratabiliyormuşsun."
"Oldukça işimize yarar. Görev sırasında başkalarının dikkatini dağıtır. Onu da görev sırasına yaz."
"Noah Smith. Bitki soldurma gücün varmış, pek işimize yaramaz."
"Yazılım mühendisiymişsin. Hacklemeyi biliyor musun?"
"E-evet."
"Tamam. Sen işin teknik kısmında olacaksın."
Bu şekilde kaç kişiyi grupladılar, hatırlamıyorum. Sıra bana geldiğinde rektör şaşırıp kaldı.
"Maxim Martell. Natan Martell'in oğlu musun? Elysium tıp fakültesinde bölüm başkanıydı."
"Evet." dedim ciddiyetle.
"Hımm…" dedi rektör. "İlginç bir tesadüf."
Yavaşça yerden kalktı ve adımlarını ses çıkararak attı, bana doğru yürüdü.
"Natan Martell… sayın hocama saygım sonsuz. Oğlunun ona layık olacağından hiçbir şüphem yok."
Yürürken sözlerine devam etti.
"Kanın herhangi bir zehire panzehir olabilirmiş. Hem de eczacılık öğrencisisin."
Yanıma geldiğinde oturduğum hizada eğildi: "Sen benim sağ kolum olacaksın, Natan'ın oğlu."
Buz mavisi gözlerinde tek bir duygu kırıntısı yoktu. Saf tehdit vardı, ya onun sağ kolu olacaktım ya da ölecektim.
Yutkundum. Gözlerine uzun süre bakmak insanı boğuyordu.
O günden sonra onun yanında çalışmaya başladım. Eczacılık bilgilerimden faydalanarak zehir yaptım, kendi kanımı da panzehir olarak kullandım. Bunları rektöre, yani Alark'a verdim ve görevlerde bu zehirleri tehdit amaçlı kullandık.
***
Savaşın son zamanlarıydı. Ateşkesin imzalanmasına birkaç gün vardı. Babama detay vermeden kaçırıldığımı anlatmıştım, bu yüzden artık beni tıbbi müdahale için çağırmıyordu. Israr etsem de beni oraya daha fazla sürüklemek istemediğini, beni bunca zamandır tehlikeye attığı için suçlu hissettiğini söyledi.
Halbuki ben halkıma ve askerlere yardım ediyordum. Suçlu hissetmesi gereken bir şey yoktu. Yine de o gün ona yardım etmeye gitmemiştim, bunun yerine okulun kampında kalmıştım.
Odamda kitap okurken oda arkadaşlarımdan biri geldi. Nefes nefeseydi.
"Maxim!"
"Ne oldu?"
"Sana bir şey söyleyeceğim, ama güçlü olman gerek."
Yerimden fırladım: "Ne oluyor? Bir şey mi oldu?"
Oda arkadaşımın sesi titredi: "A-annen… şehit düşmüş."
"Ha? Ne?"
İlk başta cümlelerini algılayamadım.
"Yanlış… duydum değil mi? Yok, yalan…"
"Çok üzgünüm."
Dengemi kaybedip sarsıldım, oda arkadaşım beni kolumdan tuttu: "Maxim!"
"Hayır… hayır…"
Hala inkar ediyordum ama gözyaşlarım kendiliğinden süzülüyordu. Tek dediğim "hayır" kelimesiydi, ama aklımda düşündüğüm çok fazla şey vardı.
Nasıl oldu? Kim yaptı? Onu gerçekten kaybettim mi? Bununla nasıl başa çıkacağım? Nasıl güçlü olabilirim? Yaşamak için bir sebebim var mıydı? Babam… kardeşlerim… onlar biliyor mu? Bilmiyorlarsa nasıl söyleyeceğim?
"AAAAAAHHH!"
Birden bağırmaya başladım.
"Yalan, saçmalık! Annem… annem yaşıyor! O çok güçlü! Kimse yapamaz, cüret edemez!"
"Maxim, lütfen sakinleş-"
Öfkeyle oda arkadaşımı ittirdim.
"Nasıl sakin olmamı bekleyebilirsin? Annen şehit düştü diyorsun… Nasıl sakin olabilirim? Gerçek değil, değil bu!"
"Haklısın, ben sadece-"
"Nerede o?"
Koridora çıkıp koşmaya başladım. Annemin nerede olduğunu bilmiyor olmama ragmen umursamadan onu bulacakmışçasına koşuyordum.
"Maxim, bekle! Nereye gidiyorsun?"
Beni tuttu.
"Onu bulmam lazım. Görmeden inanmam. Görmem lazım! Belki yaşıyordur? Belki kanımdaki panzehir işe yarar?
"Artık çok geç. Doktorlar çoktan müdahale etti."
"Doktorlar… babam orada değildi değil mi? Yoksa o da mı-"
Bu sefer oda arkadaşım sözümü kesti:
"Baban iyi. Olay sırasında oradaymış. Baygın bulmuşlar, ama sonradan kendine gelmiş."
"Kirelle, lütfen bu bir yalan olsun! Bunların hepsi asılsız çıksın! Mortana, annem biraz daha burada kalsın, hemen alma yanına!"
Bağırıp duruyordum ve yerleri yumrukluyordum.
"Hayır… ben neden yaşıyorum? Neden yaşıyoruz bu lanet olası hayatı? Neden!?"
Uzun süre olduğum yerde kriz geçirdim.
Aynı akşam kardeşlerime haberi vermek zorundaydım, ama nasıl yapacağımı bilmiyordum. Belki de çoktan haberleri vardı. Babamı ise hiçbir yerde bulamıyordum. Kafayı yemek üzereydim. Daha fazla oturduğum yerde kalsam delirecektim bu yüzden Alark'ın sığınağına gitmeye karar verdim.
Dağ başında, uzak bir yerde olduğundan güvenliydi ve herkesin bulabileceği bir yerde değildi. Tam da bu yüzden herkesten uzak bir yerde yıldızlara bakıp rüzgarı hissetmek iyi gelebilirdi.
Geldiğimde arabayı direkt sığınağın biraz ötesindeki uçuruma park ettim ve uçurumun tam ucuna oturup düşünmeye başladım.
Ağustos ayında olmamıza rağmen hava dağ başında serindi. Tek bir bulut bile yoktu, sadece buz gibi rüzgar, yıldızlar ve ay vardı.
Başımı eğdiğimde yerleşim yerlerinin yıkık dökük olduğunu, yer yer yandığını görüyordum.
Düşündüm: bu hayat aynı anda nasıl bu kadar güzel olup aynı zamanda berbat olabilir?
Bu düşüncelere dalmışken yanıma Alark geldi.
"Buraya gelmenin tek sebebi gökyüzünü izlemek değil, değil mi?"
Ona bakmadan yanıtladım.
"Hayır, tek sebebi bu."
Derin bir nefes aldı.
"Bana hizmet ederken hiçbir zaman istekli değildin, ama bugün tamamen farklı bir ruh hali içindesin."
"Duymak istediğin buysa, annemin şehit haberini aldım. Bugün, sabah. Kardeşlerime nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Babamdan haber alamıyorum, onu annemin yanında baygın bulmuşlar."
Alark sustu. Bir şey söylemek istedi, ama yalnızca sırtıma vurmakla yetindi.
"Ben de annemle babamı bir iç çatışmada kaybetmiştim. Güçlü olmaktan başka bir çaren yok, evlat."
Beni kendince teselli etmeye çalışıyordu. Onu anlamak güçtü. Bizi zorla kendine bağlamıştı, onun dediklerini yapmazsak ölecektik. Sertti, soğuk bakışları insanın kalbini delip geçerdi.
Ama... böyle bir yanı da mı varmış?
İnsanların da garip olduğunu o gece düşünmeye başladım.
Beni hayatımla tehdit eden kişi beni teselli ediyordu. İyi bir amacı olduğunun farkındaydım, yanlış yollarla buna ulaşmaya çalıştığının da, ama o gece garip desteği beni gönüllü olarak ona yardım etmeye daha da ikna etti.
Gökyüzüne baktım ve düşündüm: Bulutsuz bir gece bir insan olsaydı içindeki karanlığa rağmen ay ve yıldız hâlâ parlıyor olurdu.