Yaz sonunda geldi. Şehirde yorgun bir nefes verirken, Ayşe'nin ruhu hayattayken sıkışıp kalmıştı. Ama Emre bir sabah kahvaltısı sırasında annelerinin o eski teklifini hatırlattı:
"Köyede mi? Anne ve baba da birkaç gün sonra gelir. İyi gelir sana."
Ayşe'ye öncelikle cevap verin. Dışarıdan bakıldı. Pencerede bir serçenin gölgesi vardı. Kalbinin derinlerinde bir şey hafifçe kıpırdadı. Belki… belki iyi gelirdi.
İki gün sonra, yokuşlu yollar geçen otobüsler onları uzak, unutulmuş bir köyün kıyısına getirdi. Dağların arasında sıkışmış, küçük ama rengârenk bir yerdi. Ayşe pencereyi açar, açmazdan gelen çam kokusu, toprak kokusu, uzaktan uzaktaki dere sesi… içini hafifçe titretmişti.
İçinde bir kapı aralanır gibi oldu.
İlk sabah Emre onu erkenden uyandırdı.
"Ayşe gel. Kırlara gidiyoruz."
Köyde biraz yürüyünce, büyük bir açıklığa vardılar.
Ayşe gözlerine inanamadı.
Onun yer çiçeği.
Mavi, sarı, mor çiçekler…
Ve kelebekler…
İlk kez bu kadar çok kebeği bir arada görüyordu.
Uçuşuyor, konuyor, dans ediyorlar.
Ayşe kendini çimenlerin üstüne bıraktı. Gökyüzüne baktı.
Yavaş yavaş, rüzgar saçlarını okşarken göz kapadı.
Kalbi uzun zaman sonra ilk kez kıpırdadı.
Emre uzaklardan bağırıyor:
"Bak Ayşe! Bir kuş yuvası buldum!"
Ayşe koştu.
Bir ağacın türündeki küçük bir yuvaydı bu. Minicik yavruların içinde…
Ve biraz ötede, onları izleyen anne kuş.
Ayşe'nin gözleri doldu.
Kuşlar yine hayatına dönmüştü.
Ama bu kez bir rüya değil, gerçek.
Ve bu kez canını yakmıyordu.
İçin ısınıyordu.
Günler ürünleri Ayşe doğasına daha da karıştı.
Sabahları serin çiğleri toplamak için dışarı çıkıyor, kelebeklerin tarifelerini izliyor, hatta çiçeklerin içindeki böceklerin dağılımını inceliyordu.
Gece olduğunda Emre'yle yıldızları sayıyorlardı.
Bir gece Ayşe fısıldadı:
"Keşke hayat hep böyle olsa..."
Emre omzuna hafifçe dokundu:
"Hayat böyle. Biz şehirde unutuyoruz sadece."
Ayşe gülümsedi.
İlk kez gülümsediği an, kuşlar gökyüzünde süzüldü.
Ve Ayşe onlara baktıklarında, İçindeki o küçük kız tekrar nefes aldı.
Ayşe için bu köy sadece çiçekler, kuşlar ve gökyüzü değildi.
En çok da Emre demekti.
Hayatındaki tek sığınak. Tek sırdaşı. Tek arkadaşı.
Annesiyle babası yılın çoğunda uzaklarda olurdu.
Evde geriye yalnızca onlar kalırdı.
Emre kimi zaman bir ağabey, kimi zaman bir öğretmen, ama çoğu zaman bir dost olmuştu Ayşe'ye.
Ayşe her gece yatağa girdiğinde, günün sonunda yaşadığı en güzel şeyleri ona anlatırdı.
Rüyalarını bile onunla paylaşırdı.
Ve Emre dinlerdi. Gülümseyerek, bazen sessizce, bazen omzuna hafifçe dokunarak.
Ayşe o anlarda kendini hiç yalnız hissetmezdi.
Köyde her sabah, Emre bir sopa alır, dereye giderdi.
Ayşe ilk günler ne yaptığını anlamamıştı.
Ama sonra fark etti: balık tutuyordu.
Emre'nin yüzünde o an bambaşka bir ifade olurdu.
Sanki şehirde gizlediği bir yanını doğada tekrar bulmuş gibiydi.
Ayşe sessizce onu izlerdi.
Suyun kenarında oturur, Emre'nin elindeki oltaya bakardı.
Bazen balık tutar, bazen saatlerce hiç yakalayamazdı.
Ama Emre hiç sinirlenmezdi.
Gülümseyip şöyle derdi:
"Sabretmek, en güzel şey bazen. Balık gelir ya da gelmez. Ama beklemek bile iyi gelir insana."
Ayşe, bu sözleri hiç unutmadı.
Bir sabah Emre onu çağırdı.
"Bugün yüzmeye gidelim mi?" dedi.
Ayşe biraz çekindi.
Soğuk su, bilinmeyen bir dere…
Ama Emre'nin gözleri ışıldıyordu.
Onunla birlikte yürüdüler, ormanın içinden geçip geniş bir gölete vardılar.
Su berraktı. Sessizdi.
Ve Emre, ayakkabılarını çıkarıp hiç tereddüt etmeden suya atladı.
"Gel Ayşe! Korkma, tutarım seni."
Ayşe kenarda durdu.
Kalbi atıyordu.
Ama Emre'nin sesi, suyun şıpırtısıyla karışıp içine huzur gibi doldu.
Adım attı.
Suya girdi.
Emre elini tuttu.
Ayşe, ilk defa böyle bir özgürlük hissetti.
Su bedenini taşıyordu.
Korkularını, yorgunluğunu, hayal kırıklıklarını…
Emre gülerek suya battı, çıktı, bir balık gibi kıvrıldı.
Ayşe gülmeye başladı.
Gerçekten, kahkahayla.
Belki de ilk kez.